“Tırmanma düşersin! Zıplama, düşersin! Tutun, bak düşersin!”
Bu böyle devam eder, çeşitlenir. Türkiye’de bir çocuk parkına gittiğinizde en çok duyacağınız kelimelerden biridir: “Düşersin.”
Bunu söylerken erişkinin ne hissettiğini tahmin edebiliyoruz: endişe, koruma içgüdüsü, sorumluluk ve belki de çokça alışkanlık. Peki çocuk bunları duyduğunda ne hisseder? Kollarını açmış, önünde açılan eğlence dolu dünyaya doğru coşkuyla koşacaktı ki, annesi “ koşma, düşersin!” dedi. Çok güvendiği, her şeyi bildiğine inandığı annesi söylediyse vardır bir bildiği.
Çocuk söylediğimize inanır, biz inanmadan söylesek bile. O yüzden örneğin çocuğa şaka yaparken ne söylediğimiz, çocuğun ne anladığı ve ne hissettiği önemlidir. Karşımızdaki söyleneni gerçek olarak algılıyorsa, olumsuz duygular (üzüntü, korku, öfke, hiddet gibi) yaşıyorsa, şaka yanı kalmaz. Durum sadistik bir eğlentiye dönüşür. Çocuğun olumsuz duygularla baş etme kapasitesi çok sınırlıdır ve bu duygularla ne kadar uzun süre baş başa kalırsa o kadar huzursuz, gergin ve hırçın olur.
Çocuğa “düşersin” dediğimizde, çocuk somut düşünür, koşarsa düşecektir. Korkar, endişelenir. Korku, olumlu duyguları silen, girişkenliği azaltan bir duygudur. Yavaşlar ama coşkusu da, özgüveni de azalır. Bazen de bu korkutmalar o kadar çok olur ki, çocuk duyarsız görünmeye başlar. Aile üyeleri bu kez korkutmaların dozunu artırma ihtiyacı hissederler. Halbuki duyarsızlaşması etkilenmediği anlamına gelmez. Tam tersine çok etkilendiği için kendisine bir savunma düzeneği oluşturma ihtiyacını yansıtır.
Bir çocuğun özgüvenine ve girişkenliğine yapılan baltalayıcı müdahalenin cisimleşmiş halidir bu sözcük: Düşersin!
Peki çocuğumuzu tehlikelere karşı nasıl uyaralım? İlk 2 yaşta çocuk zaten tehlikenin sonuçlarını kavrayamaz. Hatta yaptıklarının sonuçlarını tam anlamıyla öngörebilmesi neredeyse erişkinliği bulur. Bu nedenle özellikle ilk yıllarda yanında durup, gerekli önlemleri alarak onu tehlikelerden korumak ebeveynin görevidir. Bu sırada ne yapmaması gerektiği değil de ne yapması gerektiği vurgulanmalıdır. Bu çocuğa neyi nasıl yapabileceğini, özünde “yapabileceğini, başarabileceğini” söylemektir.
Kullandığımız dil, düşünce biçimimizin hem aynası hem de şekillendiricisidir. Özellikle sözlerimizin çocuğun iç dünyasında ne anlama geleceğini , onda hangi duyguyu uyandırabileceğini düşünmek önemlidir. Bu konu başlı başına bir yazının konusu olmakla birlikte şimdilik şu kadarını söylemekle yetineyim: Özgüvenli, kendine yeten, girişken çocuklar yetiştirmek istiyorsak çocuğumuzla konuşurken onu korkutmayacak, yapamayacaklarını değil, yapabileceklerini vurgulayan bir dil kullanmalıyız. Örneğin bahçe duvarı boyunca yürümek isteyen bir çocuğa “düşersin, in oradan” demek yerine yanına gidip elini tutmak, izin vermiyorsa yanı sıra yürümek en iyisidir. Çocuğun keyfine, coşkusuna, gururuna eşlik etmek, o anın tadını beraberce çıkartmak iki tarafa da iyi gelir. Böyle paylaşılan anlar arttıkça çocuk daha sakin, daha uyumlu olmaya başlar. Sürekli “dur, sus, yapma” denilen ya da çeşitli şekillerde sık sık engellenmelerle karşılaşan çocuk daha hırçın, uyumsuz ve söz dinlemez olabilir.
Bir diğer konu da düşersin ifadesindeki kesin yargıdır. Çocuğa yapacaklarının sonuçlarıyla ilgili kesin yargılarla yaklaşmaktansa olasılık belirtmek daha uygun olur. Çocuğumuza “düşersin” demekle “düşebilirsin” demek arasında çok fark vardır. İlkinin daha ikna edici olduğu düşünülse de aslında durum tam tersidir. Çünkü bir kez yapıp düşmediğinde sizin teoriniz çöker ve otoriteniz de sarsılır. Çocuk sizin yanıldığınızı görür ve sonrasındaki uyarılarınızın etki gücü düşer. Olasılık belirtmek hem daha bilimsel hem de çocuğa bir alan tanıyan bir yaklaşımdır. Düşersin kesin yargısında çocuğa bir yer yoktur. Yani nasıl düşmeyebilir, ne yaparsa düşmeyebilir, bunu öğrenmesine olanak sağlamamış oluruz. Koşma, düşersin! Gerçekçi değil. Çocuğun kendi becerisini, etkisini yok saymış oluruz. “Dikkatli ol, burası biraz tehlikeli olabilir” ya da “Bu yol engebeli, yavaş ol” denebilir. Hatta daha iyisi kendi duygumuzu da belirterek “Yavaş koş lütfen, düşeceğinden endişe ediyorum” denebilir. Bu yaklaşımda hem kendi duygumuzun sorumluluğunu alabilmeyi, hem de duygusunu dile getirebilmeyi göstermiş oluruz. Çocukluğumuzda bize söylenenler önce kulağımızda sonra içimizde yer eder. Çocuk bir yetişkin olduğunda, artık anne babasının sesi onun içinde bir üst ben olarak tekrar eder. Bu da nasıl bir yetişkin olduğumuzu, çevremizle ve otoriteyle nasıl ilişki kurduğumuzu belirler. Korkutularak büyütülen çocuklardan yaratıcı, girişken, özgüvenli olmalarını beklemek mümkün değildir.
Bireysel ve aileye bedelleri olan bu yaklaşımların sonuçları acaba bununla sınırlı mıdır? Nesiller boyudur “düşersin, kırarsın, dur, bırak, yapma” diyerek büyütülen bir toplum olmanın toplumsal bedelleri yok mudur? Bugünün yetişkinlerinin bu denli temkinli, pasif, statükocu, boyun eğen ve yaratıcılıktan uzak olmasında bu yetiştirme tarzının nesillerdir sürmesinin payı olmalı. Zaman değişiyor, ilişki biçimleri ve anne babalık tarzları değişiyor. Geçmişten bize miras kalan düşünce ve iletişim biçimlerini sorgulamak ruhsal olarak sağlıklı, özgüvenli, yaratıcı, girişken bireyler yetiştirerek, değiştirmek istediğimiz toplumu inşa etmenin araçlarından biri de olabilir.
Psikiyatrist Deniz Arık Binbay’ın internetteki bir yazısından alınmıştır.